Hayat dediğimiz şey bazen bizlere zor görünür. Yaşantımızda karşılaştığımız zorluklar, bizleri yıldırmak için üstümüze geldiği hissine kapılırız ve o anda kendimize tutunacak bir dal ararız. Ruh dünyamız kararır, nereden gelip nereye gittiğimizi unutup insanın fıtratına yakışmayan karanlık yaşamlara gömülürüz. Karanlık koridorlarda gezen böylesi kişilere Mevlânâ Hazretleri bir beytinde şöyle der: “İnsan suya düştüğü için boğulmaz, sudan çıkamadığı için boğulur.” Hepimiz bir şekilde günah işleyebiliriz, Allah’ın yapma dediklerini bilmeden yapabilir veya nefsimize uyarak suç işleyebiliriz. Önemli olan şey işlediğimiz hataların ‘farkına’ varmamızdır. Sahip olduğumuz ‘akıl’, farkı fark ettiğinde gerçek anlamda ‘akıl’ halini alır ve ona sahip olan, ‘insan’ olur. İnsanın farkı fark etmek suretiyle insan oluşuna dair en büyük kanıt, Kur’an-ı Kerim’dir. Yüce kitabımıza göre kainatın en şerefli yaratığı ve ilk insan olan Âdem (as), yeryüzünün her tarafından alınan topraktan (beyaz, siyah, kırmızı, gri, kahverengi vb.) yoğrulmasıyla yaratılmıştır. Böylelikle renk, ırk ve bölge farklılığını tek bir maya ve tek bir nefste birleştirmiştir. Âdem’in neslinin değişik ve farlı karakterler taşıması da bundan dolayıdır. İşte insanın tek bir maya ve tek bir nefs ile harmanlanarak var olduğunun farkında olması, Allah’ın insanoğluna vermiş olduğu lütuflarından sadece biridir. İnsanın kendi farkındalığının farkında olması, gaflet perdelerini yırtması ve kendini daha da derinleştirerek tefekkürünü kuvvetlendirmesi gerekmektedir. Bu farkındalığın ve tefekkürün EMİN GÜRHAN İSKENDER 20 en üst seviyesi ise ‘Allah’ı fark etmesi’dir. Bu farkındalık sayesinde insanın farkı ortaya çıkmaktadır. Kişinin, İslam’ı daha kolay anlaması, daha iyi değerlendirebilmesi ve Yaratan’ı tanıması için üç temel unsurun (bakış açısı, niyet ve samimiyet) farkına varması gerekmektedir. Bu temel üç kavram, aynı zamanda Yaratan’ın bilinmesi ve İslamiyet’e giriş niteliği de taşımaktadır. Bu yapıları insanın kendi özüne yerleştirmesi ve kavram bilincine ermesi önemlidir. Bu bilince sahip değilse, körü körüne inanmak durumundan öteye geçemeyerek olduğu yerde kalır. Esasen insanoğlunun bu üç kavram üzerinde yoğunlaşması ve farkındalık geliştirmesi, menfaatine olacaktır. Şöyle ki; bakmak ile görmek aynı değildir. Gözün kapsama alanı içindeki her nesnenin farkında olamayız. Farkındalık şuuru içinde görmeye, hayatımızdaki değerlerle kıyaslama yapmamız halinde bir anlam yükleyebiliriz. ‘İyi veya kötü’, ‘güzel veya çirkin’, ‘hayır veya şer’, ‘faydalı veya faydasız’ gibi kavramların kriterleri ile değerlendirme yaptığımız ölçüde marifet yolunda mertebe kazanabiliriz. Allah’ın esma tecellilerine yönelik farkındalık ve bu farkındalığın samimiyet derecesi ile insanın kendi farkındalığı ortaya çıkar. Farkındalık şuurunun açığa çıkması, sadece bakmakla olmaz; burada kilit nokta, niyet ve samimiyetle birleşerek esma tecellisini fark etmektir. Kişinin kendi ve çevresine yönelik farkındalığı ne kadar düşük olur ise, o oranda yönlendirilmeye (manipüle) açıktır. İnsanın manipüle edilip yanlış yönlendirilmeye karşı koyabilmesi için farkındalık şuurunu üst seviyede tutması gerekmektedir. Böylesi bir farkındalık şuuru, şeytana karşı kullanılacak en büyük kalkan olacağı gibi, Allah’a karşı oluşabilecek mahcubiyetimizi de aynı oranda azaltacaktır. Farkındalığın önünde duran en büyük engel, insanın kendi nefsidir. Eğer insan, kendi ile Allah arasına girmiş olan nefsini fark ederek aradan çıkartabilirse o zaman O’na tam olarak teslim olabilir. Zaten İslam’ın özü, özeti de teslimiyet esasına dayanır. Bu teslimiyet esasen, her ne yaşanırsa yaşansın “O neylerse güzel eyler.” düşüncesinin kalbe yerleşmesidir. Farkındalık ile aydınlanmış bir kalp sahibini, insanı insan yapan fıtri değerin farkında olma haline taşır. Farkındalık sahibi, diğer bir söylemle, ‘akıl sahibi insan’ diye hitap edilen bireylerin oluşturduğu medeni toplumlar, bu farkındalık ile beslenir ve gelişir. İnsanların farklı düşünce ve farklı görüşe sahip olmaları, medeni toplumun kuralları içinde dışlanma ve ötekileştirme sebebi olmayacağı gibi bu durum, cehalet ve çatışma fitnesine yol açmaz. Mevlânâ Hazretleri bizlere öğüt verircesine şöyle demektedir: “Beri gel, daha beri, daha beri! Bu yol vuruculuk nereye dek böyle? Bu hır gür, bu savaş nereye dek? Sen bensin işte, ben senim işte! Ne diye bu direnme böyle, ne diye? Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye? Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek! Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye? Zengin yoksulu hor görür, ne diye? Sağ soluna yan bakar, ne diye? İkisi de senin elin, ikisi de! Peki, kutlu ne, kutsuz ne?” İşte bu güzel beyitler insanların dışlanmaması ve ötekileştirilmemesi gerektiğini açıklayan en güzel ifadelerdendir. Kur’an-ı Kerim’in Tekvîr suresinin 26. ayetinde “Hâl böyle iken nereye gidiyorsunuz?” diye buyrulmaktadır. Şuuru uyandırarak farkındalığının farkında olan insanoğluna sorulan sorunun cevabı sizce ne olabilir? Veya egosunu törpüleyerek nefsini Allah ile arasından çıkaran insanoğlu için bu ayetin önemi nedir? Bu ayette insanoğluna sorulan sorunun cevabı iki ana temada saklıdır: Biri ‘merhameti bilmek’ diğeri ise ‘kendini bilmek’tir. ‘Merhameti bilmek’ farkındalık ister. Allah Kur’an’da en büyük özelliklerinden biri olan merhametini öne çıkarmış ve etrafımıza karşı daima insaflı ve merhametli olmamızı bizlere emretmiştir. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde Allah’ın sonsuz merhamet sahibi olduğundan bahsedilir. Örnek verecek olursak, Arâf suresinin 151. ayetinde “O, merhametlilerin en merhametlisidir.” denilerek Allah’ın sonsuz merhametinin üstünlüğü ifade edilir. Merhametin özü ve kaynağı olan Allah’ın ‘rahmet’ ve ‘merhamet’inin tecellisi yeryüzünde insana yansımıştır. Bu yansıma Allah’ın insanoğluna bahşettiği nurdur. Merhametin tecellisi hakkında Peygamber Efendimiz (sav) hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Sen O’nun haliyle hallen. Bilmiş ol ki merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” Merhamet, ruhu Allah’la birleştiren ilahi bir kudret ve varlığın ilk mayasıdır. Allah arz ve semayı yarattığı gün, yüz rahmet yarattı. Allah’ın her bir rahmeti, gökle yer arasını dolduracak kadar büyüktür. Ondan yeryüzüne tek bir rahmet indirmiştir. Zira tüm evren Allah’ın merhametiyle var olmuş ve O’nun engin merhametiyle varlığını sürdürmektedir. İşte bu varlığın en büyük delili ise annelerimizdir. Anne, yavrusuna bu rahmet ile şefkat ve merhamet eder. Merhametin farkında olmayanın Allah’a sevgi ve saygısı yok demektir. Merhametin en güzel yanlarından birisi de toplum bilincine tek noktadan bakmamızı ve görmemizi sağlamasıdır. Peygamber Efendimiz (sav) insanların doğuştan eşit olduğunu ve ayrım yapılamayacağını şu hadis-i şerifi ile bizlere öğütlemiştir: “Ey Sabit, sen bunları, bu siyahtır; Arap’tır, bu beyazdır; Acem’dir diye birbirine üstün kılamazsın! İnsanlar dine bağlılıkları ve takvaları (Allah’tan korkmaları) ile faziletlidirler diyebilirsin!” Irkı, dini, mezhebi, kökeni, cinsiyeti, çocuk veya yetişkin, kısacası kim olursa olsun ona merhamet göstererek; karşısındaki insanı kendi yerine koyarak; onunla aç, onunla tok, onunla gülen ve onunla ağlayan, kısaca empati kuran kişi gerçek merhamet sahibidir. Sevginin temeline de bakacak olursanız, sevgi çekirdeğinin özü merhamettir. Merhametin olmadığı yerde sevgi, sevginin olmadığı yerde ise şefkatten bahsedemeyiz. Bu kavramlar merhameti tamamlayan bir çemberin bütününü oluşturmaktadır. Sevenin, sevdiği için çaba sarf etmesi gerekir. Sevgi, empati gerektirir. Merhametin özü, topluma tek açıdan bakmamızı sağlar. Bulunduğu ânın içinde farkındalık bilincine ulaşan kişi, şuurunun uyanmasıyla korkar. İlk defa deneyimlenen bu hissiyatla paniğe kapılır. Bu korku ve panik şuuru ile sahip olduğu yeni düşünceyi tartmak adına toplumdan uzaklaşarak kendi kabuğuna çekilme durumu hasıl olur. Böyleleri, kendi ile baş başa kalmaktan ve kabuğuna çekilmekten hoşlanmadıkları halde kendilerini kapalı kapıların ardına kilitler. İnsanlar kendileri ile baş başa kalmaktan hoşlanmasa da kapalı kapıların arkasına kendilerini neden kilitler, hiç düşündünüz mü? Aslında sorunun cevabı kendi içinde saklı çünkü kendi ile baş başa kalan insanın an içinde şuuru uyanmış ve yeni şuur olan farkındalığının derinliğine düşmüştür. Artık topyekûn zamanda var olmayı tercih etmiştir. Zaman kavramı, geçmiş ve geleceği içerirken, şuur ân itibariyle ikisini de dışlar. Geçmiş ve gelecek birbirine karışarak akıl karmaşık bir hale dönüşür. Çünkü geçmiş ve gelecek çokluktur; ân ise tekliktir. Oysa ki şimdiki ân içinde dikkatimizi gerektiren tek bir konu vardır; kişinin farkında olması ve kendisi ile bütünleşerek ikilik kavramını bırakarak bir olmasıdır. İki gözle baktığımız halde bir görüyor olmamız gibi… ‘Kendini bilmek’, kişinin kendisinin farkında olmasıyla alakalıdır. İnsanın kendini bilmesi, kişinin kendini tanıması ve değer yargısının bilincinde olması ile alakalıdır. Farkındalık ve değer yargıları, kişinin hangi mertebe sahibi olduğunun bir göstergesidir. Bu, aşırıya kaçmadan durması gereken yerin farkındalığıdır. Bu bilince sahip olan bir kişi, farkındalığı ile farklı bir düşünce ve farklı bir davranış biçimine sahip olur. Allah’ın kudret ve varlığının nurunu fark etmiş olarak tefekkür bilincini hisseder. Farkındalık, insanın Yaratan’a karşı sorumluluğun en üst seviyesi ile muhatap olması demektir. Bu noktada, ‘merhamet’ ve ‘kendini bilme’nin en üst çatısına değinmeden geçemeyiz. Bu makamın çatısı, Peygamber Efendimizin (sav) hadis-i şerifinde bizlere öğütlediği; “Ölmeden önce ölmek”tir. Allah’ın nuru ile nurlanarak varlık bulan benliğimizi, farkındalığımız ile ölmeden önce öldürmek ve yok etmektir. Böylesi bir farkındalığa sahip olduğuna inandığım onuncu Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın çok az bilinen bir özelliğini burada hatırlamakta yarar var. 46 yıllık padişahlık döneminde dünyadaki Türk hâkimiyetini doruk noktasına taşıyan, Osmanlı İmparatorluğu’nun en ihtişamlı devrini yaşatan, orduları titreten askerini ve dünyanın en özel servetini yöneten bu cihan padişahı, beslemiş olduğu Allah sevgisini bir an olsun kalbinden çıkarmamıştır. Ahiret hayatını ve ölümü bir an olsun unutmadan yaşamış ve Peygamber Efendimizin (sav) hadis-i şerifi üzerine “ölmeden önce nefsini öldürmüş” bir cihan padişahıydı. Ölümün insanoğluna, düşünüp ibret almaya teşvik eden en gerçekçi örnek olduğundan, bu farkındalığı görmeleri ve idrak etmeleri için tabutunun saraydan ebedi istirahat yerine taşınmasını şu şekilde vasiyet etmiştir; “Ellerim tabutun dışında kalsın ki, herkes bilsin; bizim için en değerli şey olan zamanımız tükenince, boş ellerle doğduğumuz gibi, boş ellerle de gideriz.” Kanuni, böylece, yaşadığımız bu hayatta insanoğlunun kâinat ağacının bir meyvesi olduğunun farkında olması gereğini bizlere çok güzel bir şekilde anlatmıştır. İslam’ın esası, Allah’ın birliğine ve tevhid inancına dayanmaktadır. Ama günümüzde maalesef bu tevhid inancı, sadece iman sahasında bırakılarak İslam’ın toplum için önemi, bir olmanın değeri unutulmaya yüz tutmuştur. Sıkça okuduğumuz İhlâs suresinde “De ki; O Allah, tektir. Allah eksiksiz, sameddir. (Bütün varlıklar O’na muhtaç; fakat O, hiç bir şeye muhtaç değildir.) Doğurmadı ve doğurulmadı. O’na bir denk de olmadı.” geçtiği şekliyle en güzel vasıflarını zikrettiğimiz yüce Allah’ın yarattığı kullarını maalesef unutur olduk! Esası, ‘mahlûkata merhamet ve yaratıcıya itaat’ olan tevhitten uzaklaştık! Günümüzde İslam’ın sadece bir yönü olan ibadet kısmı ön plana çıkartılmış fakat onun özüne inilememiştir. Bunun nedeni, İslam Peygamberi Efendimizin (sav) yüce şahsiyetine dair özelliklerini benimsemeden, onu sadece bir tebliğci (Postacı) gibi algılamamızdır. İslam’ın tamamlanması adına ‘Veda Hutbesi’nde vurgulanan evrensel değerdeki insanın sahip olması gereken adalet, kardeşlik, barış, inanç, özgürlük ve sorumluluk gibi birçok erdemi bizlere bildiren Peygamber Efendimizin (sav) kutlu hutbesindeki ebedi mesajın özü şudur: İslam, hakları ikiye ayırır. Birincisi, ‘Allah hakkı’; ikincisi ise ‘insan hakkı’dır. Peygamber Efendimiz (sav), insan haklarına çok önem vermiş ve ümmetini bu konuda uyarmıştır. İnsan hakları dediğimizde en önemlisi ve ilki; yaşam hakkıdır. Diğer haklar bundan sonra gelir. Yeryüzünde yaşayan herkes, yaşam hakkına sahiptir ve insanın bu haktan ne kendisini ne de bir başkasının mahrum etme yetkisi vardır. Hayat hakkı temel bir haktır ve bu hakkı insana Allah vermiştir. İnanmış olan ve bir gün Allah’ın huzurunda hesap vereceği gerçeğini göz önünde tutan her insan, hiçbir kimsenin malına ve canına haksız yere el uzatmaz. Çünkü insanın sadece Allah’a karşı saygılı olması değil, hem kendisine hem de karşısındakine saygılı olması esastır. Peygamber Efendimizin (sav) yolunu takip edenler, ‘onur’ sözcüğünün sadece kendisini değil, ‘onur’ adına nasıl mücadele edileceğini ve nasıl ‘onur’la yaşanılacağını öğrenmiştir. Bilenlerin tekrar hatırlaması gerektiğini düşündüğüm, ilk defa duyacakların ise, tüm insanlık için ne denli büyük bir anlam ve öneme sahip olduğunu öğrendiklerinde ümmeti olmaktan iftihar edecekleri Peygamber Efendimize (sav) daha farklı bir gözle bakacaklarına inandığım bir gerçeğe burada değinmek istiyorum. Zira bu gerçeği burada sizlere paylaşmadan geçecek olursam, elinizde tuttuğunuz kitap ile bir nebze insanın ve hakikatin özüne ulaşma arzusunda olanlara haksızlık olur. Allah’ın tüm elçileri (peygamberleri) muhakkak ki yüce makam sahibidir. Burada Allah’ın güzel elçilerinin makam ve mertebelerinden ziyade gönülleri yakarak kavuran, onları küle dönüştüren Peygamber Efendimizin (sav) mezhep ve din ayrımı yapmaksızın tüm insanlığa ilettiği mesaj olan ‘Veda Hutbesi’nden bahsediyorum. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na üyeliği bulunan tüm ülkelerin kabul ettiği ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ile Peygamber Efendimizin (sav) son hac farizası esnasında Arafat Vadisi’nde toplanmış olan sahabelere ve tüm insanlığa seslendiği kutlu hitabe ‘Veda Hutbesi’ni yan yana koyduğunuzda inanılmaz bir gerçeğe şahitlik edeceksiniz. Onun, ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ile neredeyse kelimesi kelimesine aynı olduğunu göreceksiniz. Tüm insanlığı kapsayan ‘Veda Hutbesi’, akıl sahibi her okuyucu tarafından idrak edilebilecek derecede net ve açıktır. Hz. Ali (ra), “Derdin sende ama görmezlikten geliyorsun. Farkında değil gibisin ama ilacın da sende. Küçük bir varlık sanıyorsun kendini, hâlbuki ‘en büyük âlem’ sende dürülmüş.” diyerek, farkındalığa kavuşma arzusundaki insana en güzel şekilde çağrıda bulunmuştur. Farkındalığın farkında olmanın önemini vurguladığım yazımı Allah dostu olan bir dervişin güzel sözleri ile sonlandırmak istiyorum: Dervişin birine sormuşlar; “Neden Allah’ın ismini bu kadar çok söylüyorsun?” Derviş, önce soruya şaşırmış fakat hemen cevap vermiş; “Allah Allah, hiç farkında değilim!” İnsan olmak demek, farkında olmak demektir. Yeter ki farkında olmadığımız şey bu dervişin sözleri gibi olsun!