Kimimiz geniş imkânlarla, kimimiz ise kısıtlı imkânlarla bu dünyaya geldik. Sahip olduğumuz imkânlar dâhilinde kendimizi yetiştirerek olgunlaştık/olgunlaşmaya da devam ediyoruz.
İmkânlarımız ne olursa olsun, hepimizin ortak noktası, bir şekilde çocukluk dönemi geçirmiş olmamızdır. Çocukluk denilince her insanın yüzünde kocaman bir tebessüm yaratacak kadar güzel olan hatıralar aklımıza gelir. Saflığın en güzel haliyle elde ettiğimiz, biriktirerek çoğalt- tığımız, bilincimizle ortaya çıkarttığımız anılarımız… Yaşamın özü ve özeti olarak gördüğüm bu ‘çocukluk sepeti’miz bizler için öylesine güzel ve değerli bir hazine ki andıkça hüzün veren, dile geldikçe de “kaybolan çocukluğumuz” diyerek hayıflandığımız çınar ağacımız…
Oldum olası çocukluktan olgunluğa giden yolun tüm merhalelerini ulu bir çınar ağacına benzetirim. Toprağın derinliklerine saldığı sağlam köküyle, yüzeye kadar taşan ayaklarından aldığı güç ve ihtişamla, geleceği kucaklarcasına gökyüzüne uzayıp giden dallarıyla, maziyi istikbale bağlayarak, insana sabırla yaşamayı öğreten ihtişamlı çınarlar…) Hayatın gerçekler- ini özümseyerek gelişen, ailenin getirdiği birlik ve beraberlik duygusunu idrak ederek yaşam olgusunun tadına vardığımız yaşamlarımız… (Bizi bu bugünlere getiren değerler bunlar değil mi?)
Artık yaşamın tempolu telaşından içimize dönmez olduk. Her şeyi idrak eden, her soruya bir şekilde cevap veren, hislerin ve vicdanın en güzel yerinde ikamet eden içimizdeki çocuğu öldürdük. Onu geçmişin en derin sayfalarına gömdük. Buna da büyüdük diyerek kılıf uydur- duk. Hamlıktan olgunluğa geçtiğimiz yorucu yolculuğu unutan bireyler gibi davranmaya başladık. Bu da yetmezmiş gibi ebeveyn olduğumuzda sabırsızlıkla kendi çocuklarımızın bizlere yetişmesini ve bir an evvel olgunlaşarak büyümelerini bekler hale geldik. Adeta küçücük bedenlerinin üstüne çökerek olgunlaşmalarını hızlandıran ve baskı yapan kişilik hallerine büründük.
Peki, neden? Bizleri bu günlere getiren değerleri yavaş yavaş terk etmeye başladık da ondan! Değerlerimizi terk ettikçe, maneviyata sahip çıkmayan, saygı, sevgi, hoşgörü ve adalet kavramı gibi değerleri bünyesinde barındıramayan ve sadece ‘ben’ merkezli insanlar yetiştirir olduk. Mutasavvıfların “Pirincin taşını zamanında ayıklamak gerekir. Yoksa sonradan hayıflanmanın kimseye bir faydası olmaz.” sözünü görmezden gelerek, çıkar ilişkisinden beslenen tutumları çocuklarımıza aşılar olduk. ‘Çocukluk sepeti’nin içinde ancak güzel şeylerin biriktirilmesiyle huzurun yakalanabileceği gerçeğini evlatlarımıza göstermedik, gösteremedik. Maalesef!
Hayatın gerçek lezzetine ulaşarak, gerçek manada mutlu olabilmek ancak dengeli ve ölçülü hareket etmek ile mümkündür. Aile içerisinde başarılı ilişkiler kurmanın en sağlam yolu bu dengeli ve ölçülü hareketten başkası değildir. Toplumsal hayat düzeni içinde vazgeçilmez bir şart olan dengeli ve ölçülü hareket biçimden birkaç örnek verelim, insanın kendisini sorgu- laması adına, bugünün şartlarına uyarlayarak iki kısa hikâye üzerinden, Mesnevi tadında konuyu anlatmaya çalışalım. Bu hikâyelerin bizim için önemsiz gibi görünen bazı şeylerin aslında çocuklar için ne kadar önemli olduğuna dair empati kurmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum.
Mesnevi tadındaki ilk hikâyemiz:
Yorucu ve stresli bir iş gününü daha geride bırakarak kendimi eve attım. Evin kapısında beni bekleyen kızım, ‘Babacığım!’ diye bağırarak bana sarıldı. Kızımı kucağıma alarak ben de ona
sarıldım ve ardından “Beni özledin mi?” diye bir soru sordum. Kızımın “Evet babacığım.” sözüyle de yorgunluğumu ve stresimi unutarak çok mutlu oldum. Gecenin ilerleyen saatler- inde, kafasını dizlerime dayayarak uyuya kalan kızıma bakarken, evin kapısında kızımla kurduğum diyaloğa kafam takıldı ve kızıma sormuş olduğum “Beni özledin mi?” sözü aklıma geldi. Düşüncelerimin yoğunlaştığı tam o anda, kendi nefsimi ne kadar sevdiğimi anladım ve utandım. Aslında küçük kızıma söylemem gereken sözün “Bugün seni çok özledim!” demek olduğunu, böylece ona olan sevgimin büyüklüğünü zihnine kazımam, ona karşı daha sevecen olmam gerektiğini idrak ettim. O anda, kızımın her daim yanında taşıyacağı ‘Çocuk- luk Sepeti’nin içini daha sevgi dolu şeylerle doldurmam gerektiğini anladım.
Mesnevi tadındaki ikinci hikâyemiz:
Hafta sonu gelip çatmıştı, gökyüzü masmaviydi. Pamuk tarlalarını anımsatan bulutlar o kadar yoğun bir haldeydi ki sanki bir yerlere yetişircesine hareket ediyorlardı. Güneş tam tepede bütün parlaklığıyla günü aydınlatıyordu. Haftanın yorgunluğunu atmak adına, bundan güzel bir bahane olamaz diyerek, soluğu ailemle beraber bir mesire alanında aldık. Her şey belli bir zaman çok güzel bir şekilde giderken, kızım oyun oynamak adına kısıtlı imkânlara sahip olan bu yerden sıkılarak ağlamaya ve huzursuzluk çıkarmaya başladı. Oysa daha geleli bir saat bile olmamıştı! Eşim kızımızı teskin etmeye çalışsa da başarılı olamadığını gördüğümde, birazcık sinirli bir şekilde, ellerimi belimin iki yanına koyarak kızıma; “Neden ağlıyorsun? Seni neden mutlu edemiyoruz?” dedim. Annesi, üzülen kızımızı teselli etmek ve oyalamak adına elinden tutarak onu gezdirmeye çıkardı. Kısa bir süre sonra kızımızın hırçın- lığı gitmiş ve yerini sakinliğe bırakmış bir halde yanıma döndüler. Küçük aksilikler olsa da ailecek geçirdiğimiz bu güzel günü, akşamın karanlığına bırakmadan eve dönerek tamam- ladık. Evde olmanın rahatlığı ve huzuruyla Allah’a şükrettim. Her zaman şükrederim etmesine de bu sefer adını koyamadığım ufak bir hüzün içimi kapladı. Bunun nedenini sorgulamak adına gün içinde yaptıklarımı hafıza süzgecimden geçirmeye başladım ve bir anda, kızımla yaşadığım o tatsız diyalog aklıma geldi. Birazcık olsun empati yaparak kendimi kızımın yerine koydum ve ellerini iki beline koymuş bir şekilde, göz teması bile kurma gereksinimi duymadan tepesine dikilmiş olan o sinirli adamı gördüm. İnsana tepesinden bakarak, göz teması kurmayan birinin duygu ve düşüncesini nasıl anlaşılabilir ki? Edeben bir çocukla iletişim kurarken onun seviyesine inmem gerektiğini düşündüm. O henüz erişkin bir insan olmadı, ama ben bir zamanlar çocuk olmuştum. Onun yaşlarındayken hissiyatımın nasıl olduğunu ve neler yaşadığımı hatırladım. Tevazunun simgesi, iki cihanın güneşi Peygamber Efendimiz (sav) aklıma geldi. Kuşu öldü diye bir çocuğa başsağlığına giden, çocuklarla iletişim kurmak için onların boy seviyesine göre eğilen, onlarla her daim göz teması kuran, tevazu sahibi gönül rehberini hatırladım. Ümmeti olmaktan gurur duyduğumuz böylesine mütevazı bir şahsiyet önümüzde dururken, neden onun sünnetine uymuyoruz? Kızıma ilk iletişimin gözlerden başladığını anlatmam gerektiğini hatırladım. Kızımın anladığı dilden konuşarak ona daha iyi bir rehber olmam gerektiğini ve onun ‘Çocukluk Sepeti’ni daha güzel şeylerle doldurmam gerektiğini anladım.
Çocuklar, dünya hayatının süsü, evlerin neşesi, gönüllerin incileridir. Açık bir hakikatin ışığı olan çocuklar, özellikleri itibariyle büyüklerin üstünde bir güce sahiptir. Çocukların farkında bile olmadıkları bu gücün nereden geldiğini biliyor musunuz? Mutasavvıflar bu gücün kay- nağını ‘Çocukluk Makamı’ diye isimlendirirler. Etki alanı öylesine geniş bir güç ki bu makam karşısında herkes onun boyuna iner ve onun aklına göre davranır. Gönlü daralmasın ve sıkılmasın diye onu hayata ısındırmak için çaba sarf eder. Çünkü makamı gereği çocuğun, Allah ile tanışıklığı henüz yenidir. Onun doğumu yeni iken yetişkinin ki daha eskidir. Allah katına daha yakın olan, o kattan uzak olana boyun eğdirir. Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifinde; “O Rabbinin katından yeni gelmektedir.”, diğer bir hadis-i şerifinde ise; “Çocuk sesi ve yağmur sesi size Allah’ı hatırlatır.” diye buyurmuşlardır.
Böylesine büyük bir makam sahibinin ebeveyn sorumluluğu, onu dünyaya getirmekten ve büyütüp beslemekten ibaret değildir. Bir anne ve bir baba olarak asıl marifet, çocuğun iç ve dış dünyasının sağlam dayanağı ve mimarı olabilmektir; onu, karanlıktan aydınlığa çıkan yolda rehberlik ederek koruyup kollayabilmektir; İslam’ın o güzel nuru ile nurlandırabilmektir; bizlere emanet edilen çocuklarımızı kâmil birer insan haline getirmek ve onları, insanlığa hayırlı birer birey olarak yetiştirebilmektir.
Gönlü aşkla, sözü sanatla buluşturan atalarımız
“Evlat istediğin gibi değil, yetiştirdiğin gibi olur.” derler. ‘Çocukluk Sepeti’ni neyle doldurduğumuza dikkat edelim!