Her ne kadar sahip olduğumuz ‘akıl’, insanlığımızı ölçse de aslında bunun hikmeti, ‘gönül’de gizlidir. Zaten mihenk taşı, aklı değil, gönülü temel alır. Bu sözlerimden aman aklı basite aldığımı düşünmeyin! İnsanın sahip olduğu akıl ve gönül arasında öyle bir ilişki vardır ki kim öğretmen, kim öğrenci belli değildir. Gönül gözlerini açarak Allah’ın velilerinden olan dervişlerin ‘sabır’ ile alakalı söylemleri adeta bir şiir gibidir. “Gül’ün olduğu yerde diken vardır. Çünkü gülün dikene sabretmesi, güle güzel koku verdirir. Kökü toprakta sabit olanın üstünde güzellik vardır. Çünkü salkımın olduğu yerde üzüm vardır. Dünya hayatında kendi nefsinin düşmanlığı vardır. Çünkü cennet nimetlerine ulaşmaman için yakandan çeken şeytan vardır. Dengenin olduğu yerde mutluluk, hüznün olduğu yerde keder vardır. Kiminin gönlü bardak kadar, kiminin gönlü sürahi kadardır. Yürüdüğün bu yolda ne kadar engel varsa, darlığın sonunda ferahlık vardır.”
Çevremizde, kendi isteğimiz dışında gelişerek bizlere sıkıntı veren olaylar karşısında olgun olmanın faziletini unuturuz. Hatta hayat yolunun sarp yamaçları ve dikenleri olduğunu, bu yolda yürümek için kişinin olgunlaşarak gönül gözünü açması gerektiğini bile hatırlamayız. Çünkü günümüzde insanoğlu öyle bir hal aldı ki en ufak bir tahammül bile göstermeden, “Ben sabır taşı mıyım?” gibi olumsuz cümleler kurarak ruh halini içinden çıkamayacak kadar karmaşık bir duruma sokmaktadır. Aslına bakacak olursak insanoğlu, ‘sabır’ ve ‘tahammül’ gibi sahip olduğu duyguların onu manevi yönden temizleyerek gönlünü güzelleştirdiğinin farkında değildir.
Davranışlarını onaylamadığınız veya kaybetmek istemediğimiz bir kişiye bile sabır göstermek kişinin gönül büyüklüğünün göstergesi değilse nedir?
Peygamber Efendimiz (sav), bir hadis-i şerifinde “Güzel bir gülüş, karanlık eve giren bir gün ışığıdır.” diye buyurmuşlardır. Sabrı gönlüne kılavuz edinmiş bir kişi, tebessüm ederek Allah’a sığınırsa, Allah onun gönlüne tecelli eder. Allah’a sığınmanın en yüce yolu sabırdan geçer. Çünkü sabır rahatlığın ve genişliğin anahtarıdır. Sabrın sonsuz kurtuluş olduğu gerçeği, bizlere Kur’an-ı Kerim’in Bakara suresinin 153. ayetinde “Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” Müminûn suresinin 111. ayetinde ise “Sabretmiş olmaları sebebiyle, bugün ben onları mükâfat- landırdım. Şüphesiz onlar başarıya erenlerin ta kendileridir.” buyurularak açıklanmıştır.
Mananın sırrının özüne inen Allah dostlarından Şems-i Tebrizî Hazretleri şöyle buyurmaktadır: “Sabırsızsın, oysa bütün mahlûkat sabrın ipliğiyle birbirine bağlıdır. Dünya sabırla döner. Çünkü Güneşin de Ay’ın da zamana ihtiyacı vardır. Sabırlı ol! Büyük sırlara ermek için, sabır denizinde yüzmeyi öğrenmelisin. Çünkü sırlar, sabır denizinin dibinde saklıdır. Uyum güzelliktir, uyum, suyun özelliğidir. Su sabrın simgesi, istiridyenin yurdudur. Su olmasaydı inci de olmazdı. Sabırlı ol ki, istiridye gibi inciler yapasın!”
Aslında düşünecek olursak insan, iradesini ancak ve ancak sabır ile gösterebilir. Aynı zamanda bu sabır, insanoğlunun dayanak noktasıdır. Allah dostları veliler, “Ahirette her incinin bir sedefi, her şeyin kendine göre bir şerefi vardır.” derler. Allah dostu velilerin tarif ettiği gibi insanoğlu da kendisinde ilim bulunan bir sedeftir ve bu tarife göre onun şerefi de ilim iledir. İlmi olmayan kimse, cahillik içinde kalır ve gönül güzelliğine erişemez. Çünkü Allah, gönlünde güzellik barındır- mayanı kendine yakın da etmez, dost da etmez. Allah’a ‘aşk’ ile bağlı olan inançlı bir insan, iç huzurunu korur ve ne kadar sinirlenirse sinirlensin asla seviyesiz sözler kurarak karşısındakini üzmez. Konuşmanın yarar getirmediği ve zarara dönecek durumlarda ise Allah’ın ‘aşk’ına sığı- narak sessiz kalır. Peygamber Efendimiz (sav), bir hadis-i şerifinde; “Susmak huyların efendisi- dir.” diye buyurmuşlardır. Diğer bir hadis-i şerifinde ise “Yiğit dediğin, güreşte rakibini yenen kimse değildir; asıl yiğit hiddet anında öfkesine hâkim olan adamdır.” diye buyurmuşlardır.
Şeytan, insanoğlunun nefis kuyruğunu hep elinde tutmaya çalışır ve her anı değerlendirmek adına sürekli olarak öfkemizi içimize hapsetmek yerine hep dışarıya kusmamızı ister. Şeytan bilir ki dudaklardan dökülen her sözcük artık bizlere ait değildir. Ok yaydan kurtulmuştur.
Artık karşı tarafa ulaşmıştır ve onun uhdesine geçmiştir. Düşünsenize; yayından kurtulmuş bir oku kim tutabilir? Ya da hedefini vurmaya giden bir oka, başka bir hedefe gitmesi için kim yön gösterebilir ki?
Allah’ı gönül evlerinde ağırlayan mana sahipleri, nefslerinin karanlık yönünü gördüklerinde akarsu gibi donarlar. Çünkü ‘sabır’ ve ‘sessizlik’in, Allah’ın İlahi rahmetine sebep olduğunu bilirler. Kur’an-ı Kerim’in Nahl suresinin 127. ayetinde “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlardan yana üzülme! Tuzak kurmalarından dolayı da sıkıntıya düşme.” ayrıca, Âl-i İmrân suresinin 146. ayetinde “Allah sabredenleri sever.” diye buyrulmaktadır. Ayetler ne kadar açık değil mi? Şeytanın hile rüzgârına kapılarak sabrını muhafaza edemey- enin Allah katında ne hikmeti kalır ne de rahmeti.
Okuduğunuz bu satırları yazarken kendim için önceden hatırlatıcı not almadığım ve yazmayı düşünmediğim bir konu, Hazreti Şems-i Tebrizî’nin, insanoğlunun kadife gibi bir kalbe sahip olmasına dair beytini kaleme alınca birden aklımda belirdi. Şeytanın elinde sıkıca tutmuş olduğu nefslerimizin kuyruğunu onun elinden sonsuza dek nasıl alabiliriz? Bir daha tutmaya bile cesaret etmemesi için ne yapabiliriz? Allah, Hazreti Davut (as) koruyucu kalkan yapsın diye demiri yumuşatmak suretiyle ona hükmedebilmesi için ilim nasip etmiştir. Bu ilmin nasip edilmesinin esası; demirden, kendi türünden olan bir şey ile ancak sakınabileceğin gerçeği, yani “Demiri, demire siper ederek” sakınabilme gerçeğidir. İşte aynen bizler de demircinin demiri dövmesi gibi, nefsimizi yumuşatarak onu şekillendirebilir ve her sabır göstermemiz gereken yerde; “Senden sana sığınırım!” diyerek ancak şeytanın elinden kurtulabiliriz. Allah’a itaat üzerinden sabretmek, Allah’ın azabına sabretmekten daha kolay değil midir? Düşünün; burada bile “Senden sana sığınırım!” diyoruz.
Gönül evinin kapılarını açarak Allah’ı buyur eden büyük mutasavvıf Hazreti Şems-i Tebrizî; “Hakk’a yakınlaşabilmek için kadife gibi bir kalbe sahip olmalı. Her insan şu veya bu şekilde yumuşamayı öğrenir. Kimi bir kaza geçirir, kimi ölümcül bir hastalık, kimi ayrılık acısı çeker, kimi maddi kayıp. Hepimiz kalpteki katılıkları çözmeye fırsat veren badireler atlatırız. Ama kimimiz bundaki hikmeti anlar ve yumuşar, kimimiz ise, ne yazık ki daha da sertleşerek çıkar.” diye buyurmuşlardır.
Peygamber Efendimiz (sav), güzel bir hadis-i şerifinde “Hiçbir kul sabırdan daha geniş ve daha değerli bir nimetle rızıklandırılmamıştır.” diye buyurmuşlardır. İnsanoğluna bahşedilen ‘sabır’ın insanoğlu için ne kadar önemli bir lütuf ve sıfat olduğu bu hadis-i şeriften de zaten anlaşılmaktadır. Ne hayvanlar ne de melekler böyle bir lütuf ve sıfat ile donatılmıştır. Sadece insanın sahip olduğu bu lütuf, kaçınılmaz bir şekilde tabi olacağımız sınavı da beraberinde getirmektedir. İç dünyamızda bulunan nefsin arzu ve isteklerinden, dış dünyamızda bulunan tehlikelerden kaçınabilmek ancak sahip olduğumuz bu sabır lütfu ile mümkündür. Sahip olduğumuz bu sabır hem bu dünya hayatında sınavımız hem de ahiret hayatında yürüye- ceğimiz sırat köprüsünün kılavuzudur. Hayırla şerrin arasını ayıran ve kötüyü, daha kötüden ayırt eden insanoğlunun ebedi yaşamında kavuşmak istediği nimetleri düşündüğümüzde, arada sadece bu sabır köprüsü durduğunu görebiliriz.
Kur’an-ı Kerim’in Bakara suresinin 155. ve 156 ayetinde “And olsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele! Onlar; başlarına bir musibet gelince, ‘Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na
döneceğiz derler.” diye buyrulmaktadır. Allah’ın güzel elçisi ve ümmeti olmaktan şeref duy- duğumuz Peygamber Efendimiz (sav), bu konudaki hadis-i şerifinde “Allah bir kulunu sev- erse, onu belaya uğratır. O kul, o belaya sabrederse, Allah da onu seçilmiş kullarından yapar.” diye buyurmuşlardır. Allah’ın her bir kuluna lütuf ve sıfat olarak bahşettiği ‘sabır’ şuuruna ulaşma hakikati bu olsa gerek.
Kur’an-ı Kerimin Fecr suresinin 14. 15. ve 16. ayetinde “Şüphesiz Rabbin gözetlemededir. İnsan; Rabbi onu deneyip de kendisine ikramda bulunduğunda, ona bol bol nimetler verdiğinde, ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Ama onu deneyip rızkını daraltınca da ‘Rabbim beni aşağıladı’ der.” Bu ayetteki gibi ‘sabır’ şuurunun hakikatini göremeyerek Allah’a isyan eden kulların, Allah’ın lütuf ve kereminden noksan olacakları gerçeği bizlere bir hadis-i kudsîde şöyle anlatılmaktadır: “Her kim benim nimetlerime şükretmezse, verdiğim belaya sabretmezse, kazaya yani verdiğim hükme razı olmazsa, kendisine benden başka bir Rab arasın!” diye buyrulmuştur. “Senden sana sığınırım!” Allah’ım. Bizler, seni bir an için bile unutsak ta, sen bizleri unutma! Yeniden yaratmak, ihsan ve lütufta bulunmak ve her şeyi değiştirmek ancak senin elindedir. Hata yapmak, yanılmak unutmak ve suç işlemek bizlere aittir. Bizlere merhamet ederek, kudret ve kuvvetinle bizlere sahip çık!
İnsanoğlunu büyük yapan şeylerin en başında, istenmeyen bir belanın gelmesi anında gösterdiği ilk tepkidir. Tepki halini önemli yapan şeyin ne olduğunu irdeleyelim: Yazımızın başında değindiğimiz gibi her ne kadar sahip olduğumuz ‘akıl’ insanlığımızı ölçse de aslında bunun hikmeti ‘gönül’de gizlidir. Zaten mihenk taşı akıl değil, gönüldür diyerek başlamış olduğum satırı sizlere burada tekrar hatırlatmam gerekir. Çünkü ‘akıl’ ile razı olmak ile ‘gönül’ ile razı olmak arasında büyük fark vardır. İnsanoğlu, istenmeyen bir bela ile karşılaştığında ‘gönül’ üzerinden olaylara yaklaşarak, bu âlem sebepler âlemidir; sebepleri hazırlayan Allah, her bir olayı, başka bir olaya vesile kılmıştır, ağacın üzerindeki yaprağın bile kendince oyna- mayacağı gibi asla sebepsiz bir şey olmaz diyerek ‘gönül’ evinin aşkına sığınıp nefsinin razı olmasını sağlar.
‘Gönül’ün rızası nefse tecelli ettiğinde, ‘akıl’ sakinleşir ve huzur bulmaya başlar. Çünkü artık o da sebepler âlemine takılmıştır. Şahsiyeti ve eserleri ile İslam âlimlerinin öncü mutasavvı- flarından olan Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin; “Yazmayı bilen aynı zamanda silmesini de bilir.” beytini idrak eden ‘akıl’, nasıl huzur bulmaz ki? İnsanlığa bahşedilmiş olan ‘sabır’ şifasına nasıl takılıp kalmaz ki? İstenmeyen belalara ilk tepki anı, ilk ilahi imtihan hali olduğundan ‘gönül’ üzerinden olaylara yaklaşmak ile ‘akıl’ üzerinden yaklaşmak arasındaki fark kısaca budur. Zaten Peygamber Efendimiz (sav), bir hadis-i şerifinde “Makbul olan sabır, belaya uğradığı ilk anda gösterilmiş olan sabırdır.” diye buyurmuşlardır. Aynı zamanda insanın kendi gücü ve iradesi ile ilk anda gösterdiği ‘sabır’ olgusunun büyüklüğü de buradan gelir.
Zaten Allah’ın İlahi takdirine karşı gelerek ‘akıl’ ile olayları yorumlayacak olursak ‘sabır’ olgusundan bahsetmeye bile gerek kalmaz, manayı göremeyen zaten ilahi imtihanı kaybet- miş demektir. Bundan sonra ‘sabır’ bile gösterse bir hayrı, bir önemi kalmamıştır. Hazreti Mevlânâ; ‘sabır’ şifasının mana anlamının unutulmaması gerektiğini açıkladığı beytinde, “Bir yanda korku bir yanda ümit varsa iki kanatlı olursun, tek kanatla uçulmaz zaten. Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin?” diye buyurmuşlardır.
‘Sabır’ göstermek demek karşılaştığımız sorunlarla mücadele etmeden kenara çekilmek değildir. Aksine, karşılaştığımız sorunları çözmek için sonuna kadar uğraşmak ve elimizden geldiğince mücadele etmektir. Bu mücadelenin dayandığı son noktada artık elimizden gelen
bir şey olmadığında ise sonucu Allah’tan bekleyerek ‘tevekkül’ etmektir. ‘Tevekkül’ etmek, artık sonucun bizler için hayırlı olduğuna kanaat etmektir. İnsanoğlunun ‘tevekkül’ ederek sebeplere yaslanması gerektiği bizlere Kur’an-ı Kerim’in Âl-i İmrân suresinin 159. ayetinde “Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven) Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” diye buyrularak anlatılmıştır.
Gönüllere şifa olmuş Şems-i Tebrizî Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in Âl-i İmrân suresinin 159. ayetini adeta özetler nitelikte, “Teslim ol demek, elin kolun bağlı otur demek değildir, sadece her imkânını denediğin halde olmuyorsa, onda senin için belki daha değişik güzellikler olacaktır. Hakk’ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol! Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın! Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme! Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” buyurmuştur.
Hoşlanmadığımız bir olay karşısında ‘gönül’ evindeki İlahi ‘AŞK’ ile Allah’a sığınırsak O, rahmet kapısını muhakkak açacaktır ve o güzel kapıdan geçmemizi sağlayacaktır. ‘Tevekkül’ ederek ve ‘sabır’ göstererek Allah’a teslimiyet gösterenlerin, rahmet kapısının anahtarını elde edeceği gerçeği, Kur’an-ı Kerim’in Bakara suresinin 186. ayetinde “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” buyurularak açıklanmıştır
Allah’ım! Yüce adaletin ve lütfun ile sana sığınırım ve tevekkül ile ancak senden yardım dilerim! Gönlümden aşkını ve sevgini yoksun bırakma! Senden ayrı düştüğüm, senin nurunu hissetmediğim her an beden zindanına düşerim. Ya Rabbi! Senin hükmün, bilirim ki takva sahibinin ödülüdür. Hakkıyla iman etmeye çalışan kuluna sabır ihsan eyle, bizlere dayanma gücü ver! Bizlere vereceğin her şey bilirim ki bizim için hayırlıdır. Dualarımızdaki telaşı bağışla ve bizlere tahammül göster! Sen bizleri işiten ve dualarımıza cevap verensin. Şeytanın vesvesesinden bizi ancak sen korursun. Bizleri esenliğe kavuşturarak, rahmetin ile üzerimize sabırlar yağdır. ÂMİN!
Konuyu, Hazreti Mevlânâ’nın ‘sabır’ hallerini bizlere şiirsel olarak tanımladığı güzel beyitleri ile sonlandıralım;
“Acıya sabredersin, adı metanet olur. İnsanlara sabredersin adı hoşgörü olur. Dileğe sabredersin adı dua olur.
Duygulara sabredersin adı gözyaşı olur. Özleme sabredersin adı hasret olur.
Sevgiye sabredersin adı ‘AŞK’ olur.” Sabrımızın ‘AŞK’a dönüşmesi umuduyla…