Yolunu mu
şaşırdın?

Yolun neresindesin, bilmiyoruz.
Ancak Füg’den paylaşacaklarımız sana rehber olabilir.
Rotanı sadece sen bulabilirsin.

Pusulasını Kaybedenler

Tempolu iş yaşantısından nasibini alan her insanoğlu gibi ben de yorucu ve stresli iş yaşamının yoğun olduğu günlerde kitabıma biraz ara vermiştim. Ara verdiğim bu dönemde televizyonda yapılan bir programa gözüm takıldı. Dikkatimi çeken husus, konunun (çok net ve açık olmasına rağmen) abesle iştigal bir tartışma olmasıydı. Tartıştıkları konuya İslam’ın omurgasını çökertme projesi desem inanın abartmamış olurum. Bana göre Allah denildiği zaman titreyen akıl ve gönül sahibi insanın bu konuyu konuşması, tasavvufun aslı olan edebi unutturacak kadar kötü. Bir avuç insanın soru ve cevaplar ile bu konuda program yapma- larını garipsemiştim. Televizyon ekranı üzerinden insanların evlerine girerek insanları aydınlat- ma adına yaptıkları programa katılanların düşüncelerini çok merak ettiğim için büyük bir dikkatle dinlemeye başladım. Programın ortalarında konu artık öyle bir yere geldi ki tartışılan meselenin hududunu aşarak neyi tartıştıklarını insana unutturacak kadar komik (kara mizah) bir durum halini aldı. Vaktimi daha değerli şeylere harcamak adına, elime geçirdiğim kuman- da ile televizyonu kapattım.

Odamdaki bilgisayarın başına giderken bir taraftan zamanımın çalınmasına üzülüyor, diğer taraftan da bu kitabı yazmamın ne kadar doğru bir şey olduğu beni mutlu ediyordu.

Müslüman bir toplumu birbirine düşürerek, İslam’ın gölgesine darbe vurmak istedikleri konu şöyleydi: ‘Kur’an İslamı’. Bu anlamda sadece Kur’an-ı Kerim okunması gerektiğini, Kitap’ta bulunan sözlerin Allah’ın kelamı olduğundan Peygamber Efendimizin (sav) söylemiş olduğu sözler, yani hadis-i şerifler (Sünnet) Kur’an-ı Kerim’in önüne geçtiğinden, bunların çok önemli bir unsur olmadığına dair bir tartışma programıydı. Şimdi sizlere soruyorum; hadis-i şerifleri yani, sünneti devreden çıkardığımızda Kur’an-ı Kerim’i nasıl anlarız? Allah ile kulları arasında elçilik yapan ve ayetleri direkt olarak alan elçisi ayetlere açıklık getirmez ise insanoğlu nasıl anlayabilir? Peygambersiz din olur mu? İslam olur mu? Bu gibi binlerce soru üretebiliriz.

Reyting yapmak uğruna, seyircinin kafasını karıştırarak ekran başında tutmak isteyen, sözde program yaptık diye ortalarda dolaşan iki kafadarın acıklı hikâyesi…

Mutasavvıflar “Allah’ı idrak etmek, onu idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmektir.” diye öğütlerler. Sınırları olan insanoğlu, sınırları olmayan Allah’ı nasıl idrak edebilir ki? Onu nasıl konuşur veya konuşabilir ki? Aynanın karşısına geçerek meydana getirmiş olduğu eseri gördüğümüzde Allah’ın sınırsız kudretinin gideceği noktaları bile idrak edemiyoruz ve aklımız tutuluyor. İnsanoğlu, Allah dediği zaman bile titreyen bir varlıktır. Allah’ı tanımak ve O’nun sonsuz rahmet ve kudret sıfatlarını ancak O’nun bizlere gönderdiği Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve kutlu elçisi olan Peygamber Efendimizin (sav) hadis-i şerifleri kadar algılayabiliriz.

Allah, insanoğluna iyiyi kötüden ayırt edebilmesi için ‘akıl’ gücünü vermiş ve ‘aklı’ olanları dini yönden mükellef kılarak kendine muhatap almıştır. Zaten akli melekeleri yerinde olma- yanları ilahi emirlerin sorumluluğu dışında tutmuştur. İşte bu akıl sahipleri akıllarını kullanmak suretiyle Allah’ı bilmek ve ilahi emirlerini tutmak ile mükelleftir. Ancak şeriatı ve ibadetlerin ne şekilde yapılacağını insan beşer aklıyla belirleyemez. Bu konuyu azıcık açalım: Günde beş vakit kıldığımız namazların kaç rekât olduğu nerede yazmaktadır? Tabi ki Kur’an-ı Kerim’de dersek yanlış olur. Namazların rekâtları hakkında bir bilgiyi Kur’an-ı Kerim’de bulamazsınız çünkü yok. Allah kelamı olan Kur’an-ı Kerim’in öncelikle iyi bilinmesi gerekir. Peygamber Efendimiz sahabelerine bir şey öğütledikten hemen sonra ayetin ayet olduğunu belirtir ve Kur’an-ı Kerim’e eklenmesini isterdi. Sahabelerine başkaca bir şey öğütlediğinde ise “Bu bir ayet değildir, bu benim sözümdür.” derdi ve kayıt altına alınırdı. Tekrar namazın rekâtlarına dönecek olursak; Kur’an-ı Kerim’in Tevbe suresinin 71. ayetinde “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resulüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” diye buyrulmuştur.

Peygamber Efendimiz (sav), kendisine vahiy gelmemiş bir konu hakkında yorum yapmaz ve konu ile alakalı bir şey sorulduğunda ise “Bilmiyorum” diyerek kendi görüş ve kavrayışını katmazdı. Şimdi; Kur’an-ı Kerim’de belirtilmeyen namazın ilk ve son vakitlerini, rekât sayılarını ve kılınış biçimlerini, zekâtın hangi miktarda verileceği gibi şeyleri nasıl öğrenebilir- iz? Tabi ki Peygamber Efendimizin (sav) namazı kıldığı şekilde kılacağız, zekâtı onun tarif ettiği şekilde vereceğiz. Ümmeti olmaktan gurur duyduğumuz Allah’ın güzel elçisinden öğrenmeyeceksek kimden öğreneceğiz?

Tasavvufta güzel bir algılayış vardır: “Kur’an-ı Kerim tüm insanlığa nazil olmuştur. Her okuyan, ondan kendi düzeyi ve anlayışına göre nasibini alır.” Aslına bakacak olursak burada mutasavvıflar şöyle der: Nasıl ki kör bir kişi güneşin ışığını göremez de sıcaklığını hissederse, cahil de Kur’an’ın sözü üzerinde durur da, manaya nüfuz edemez. Yaşadığımız hayatta bile bir şeyi çözüp anlayabilmek için o şeyin derinliklerine inmemiz gerektiğini idrak ediyoruz.

Kur’an-ı Kerim ilahi sırları ihtiva ettiği için rumuzludur ve rumuzları (şifreleri) çözebilmek için öncelikle idrak etmemiz gerekir. Bazı meselelerde idrakimizi, yani zihnimizi aşan hususlar olabilir, bu tür aklın ulaşamadığı meseleleri ‘akıl dışı’ diyerek ve küçümseyerek inkâr ede- meyiz zira bir takım gerçekler ‘akıl üstü’ olabilir fakat ‘akıl dışı’ veya ‘idrak dışı’ olamaz, olmaz.

Yüce Allah, peygamberler ve onlara gönderdiği kitaplarla insanlara yol gösterip yollarını bulmalarını sağlamıştır. İnsanoğluna emir ve yasaklarını, helal ve haramı, öğüt ve tavsiyeyi kısaca yaşamlarında rehberlik edecek tüm gereken hususları, peygamberler vasıtasıyla bildirmiştir. Allah’ın elçisi olarak tayin edilmiş peygamberlere, Allah’ın emir ve yasaklarını sözlü ve uygulamalı olarak (ruhu, ahlakı, nefsi, aklı, ikili ilişkileri ve malları koruma) insanlara doğru şekilde açıklamalarını ve insanlara örnek olma görevini vermiştir.

Zaten akıl sahibi bir insan oturup da mantık çerçevesinde düşündüğünde kendisi şu cevabı bulacaktır: İnsanlar kendi arasında gerek bilgi gerekse ahlaki seviye bakımından çeşit çeşit- tir. Zaten hepimiz aynı şeyi söylesek ve aynı şeyi konuşsak hiç birimizin birbirinden farkı kalmaz. Bu farklılığın sonucunda kimi insan öğretmen, kimi insan ise öğrenci konumundadır. Ama her öğretmenin üzerinde başka bir öğretmen ve yol gösteren kılavuz mutlaka vardır.

İnsanlığın en büyük öğretmeni peygamberlerdir. Çünkü Allah’ın emanetini omuzlayarak onun altına girmiş birer makam sahibidirler. Peygamberin hocası ve kılavuzu her türlü kusurdan münezzeh olan Allah’tır. Bu sebeple, Allah’ın kelamı, emir ve yasaklarını en kâmil şekilde bilenler onlardır; kurtuluş onların gösterdiği istikamettedir. Ayrıca Allah peygamberleri kendi ihtiyacı olduğu için değil, lütfundan, kereminden, büyüklüğü icabı insanoğluna doğru yolu göstererek kurtuluşa ermesi için göndermiştir.

Hatta Kur’an-ı Kerim’in Âli İmrân suresinin 31. ayetinde “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” diye buyrulmuştur. Ayetten anlaşıldığı üzere peygamber sevgisi Allah sevgisinden gelir. Peygamberi sevmek Allah’ı sevmek demektir. Zira sevilenin sevgilisi de sevilir. Sevilenin elçisi de sevilir. Sevileni seven de sevilir.

Peygamber Efendimiz (sav), ‘tevhid’i ümmetine öğretmek ve gerçekleştirmek üzere bizlere gönderilmiştir. Tevhid, İslam’ın özü ve mayasıdır; bunun haricinde her şey, mayaya su katmaktır. Tevhid, Allah’ı bir bilip O’nun birliği altında, peygamber sancağı ile beraberliktir. Din, rastgele gönderilmiş değildir; din, hayatın kaynağıdır ve o kaynağın suyunu gönüllere

akıtan peygamberlerdir. Peygamberler olmaz ise ne ‘din’ olur ne de ‘yol’. Gidecek yolu olmayanın zaten pusulaya (Kur’an-ı Kerim’e) ihtiyacı olmaz. Hadis-i şerif (Sünnet) Kur’an-ı Kerim’in parantezidir. Gök kubbeyi ayakta tutan temelin sütunudur. (Kıyas olmadan “Din” olur mu hiç?) O zaman Arapça bilen herkes Kur’a-ı Kerim’i okur, tam olarak anlar ve yorum yapabilirdi, Peygamber’in hadis-i şerifine (sünnete) de gerek duyulmazdı. Tevhid, kâinatın düzeni, dünyanın dengesi ve insanlığın en yüksek amaçlarından biridir. İslam’a hangi yönden bakarsak bakalım her yönüyle ‘tevhid’ dini olduğunu görürüz.

Peygamber Efendimizin (sav) hadis-i şeriflerini (sünneti) hedef alarak, gönüllerde taçlandırdığımız ve taşıdığı İslam sancağını aydınlığına çıkarmak için yirmi üç sene durma- dan, dinlenmeden çalışan, iki cihan güneşi Hz. Muhammed Mustafa (sav) Efendimizin yolun- dan çıkartmak için İslam’ın birliğini mi hedef alıyorlar? Toplum olarak aynı çatı altında birleşerek ve aynı secdeye baş koyan insanların en samimi gönül hisleri ile mi oynuyorlar?

İslam var oldu olalı hurafelerden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmedi. Toplum olarak her şeyi tükettik, çağdaş anlayış ile şimdi İslam’ı hurafelerden temizleyeceğiz diyerek sıra Kur’an-ı Kerim’e geldi de bizim mi haberimiz yok?

Peygamber Efendimiz (sav) elçilik görevini Kur’an-ı Kerim’in anlayış ve kavrayışına dayanar- ak yerine getirmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Şûrâ suresinin 52. ayetinde Allah, Peygamber Efen- dimize (sav) şu şekilde buyurmuştur: “İşte biz böylece sana da emrimizden Kur’ân’ı vahyet- tik. Yoksa sen kitap nedir? İman nedir? Bilmiyordun. Fakat biz onu bir nur kıldık. Onunla kullarımızdan dilediğimizi doğru yola iletiyoruz. Şüphesiz ki sen de insanları doğru bir yola götürüyorsun.” Ayette dikkatinizi çeken bir şey oldu mu? Peygamber Efendimizin (sav) Kur’an-ı Kerim kendisine vahy edilmeden önce imanı ve kitabı bilmediği gerçeği anlatılmak- tadır. Kitabı ve imanı bilmeyen bir elçi, bilmediği bir konu hakkında özellikle Allah kelamı hakkında nasıl kafasına göre yorum yapabilir? Cevabı çok basit, elbette yapamaz.

Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini tebliğ eden ve açıklayan Peygamber Efendimiz (sav), Allah tarafından yüksek meziyetlerle donatılarak elçilik görevini yerine getirmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Nisa suresinin 80. ayetinde “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik.” diye buyrularak Peygamber Efen- dimize (sav) itaat, O’na itaatle eş değerde tutulmuştur. Diğer bir anlatımla, “Seven sevdiğin- den ayrılamaz.”

Mana açısından açık bir Kitap olmasına rağmen Kur’an-ı Kerim’in de bütüncül bir şekilde açıklanmaya ihtiyacı vardır. Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i kendilerine rehber edinebilmeleri, hükümlerine, emir ve yasaklarına uyabilmeleri için iyice anlamaları ve nasıl uygulanacağını bilmeleri gerekir. Allah bu görevi, insanoğlunun ruh cevherinin ölçü ve değerini göstermek adına Peygamber Efendimize (sav) vermiştir.

Eğer Allah elçilik görevini insanoğlu yerine meleklere verseydi ne olurdu hiç düşündünüz mü? Gayba (görülmez ve anlaşılmaza) imanın gerçek değeri anlaşılmaz, bir bakıma o değer ortadan kalkar ve beşer aklının kıymeti belirsizleşirdi. Onun için, Allah’ın elçileri dışında bulunan insanoğluna melekler ile görüşme kapısı kapılı tutulmuş ve peygamberler ve yüksek derecedeki veliler dışında kimseye böyle bir yetki verilmemiştir.

Peygamber Efendimiz (sav), Kur’an-ı Kerim’in Enbiyâ suresinin 107. ayetinde “(Ey Mu- hammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” diye buyrularak yalnız bir millete değil, tüm insanlığa gönderilmiştir. O, farkındalığı ile insanlar arasında ayrım yap- maksızın tüm kâinattaki canlılara merhamet edilmesini öğütleyendir. Kadın veya erkek olsun,

büyük veya küçük olsun, zengin veya fakir olsun, inanan veya inanmayan olsun herkese aynı şefkati ve adaleti gösterendir. Peygamber Efendimize (sav) yönelen gönüller, açılan kollar ve ayak izlerini takip edenler her iki cihanda kurtuluşa erenlerdir. Peygamber Efendimize (sav) inanmak Allah’ın birliğine şahitlik ederek, “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Mu- hammeden abdühü ve resulühü” [Ben şehadet ederim ki, (Yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki) Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed Aleyhisselam O’nun kulu ve resulüdür.”] demektir.

İnsanlık huzur ve saadet istiyorsa, dünyada ve ahirette kurtuluşu arıyorsa, Peygamber Efen- dimizin (sav) izini takip etmeye ve örnek almaya mecburdur. Peygamber Efendimiz (sav)’i örnek edinmek, sünnetine (hadis-i şeriflerine) sarılmak demektir. Kur’an-ı Kerim’in Kalem suresinin 4. ayetinde “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” diye buyrulan kandilin ışığına ümmet olabilmektir.

Kur’an-ı Kerim’in Nisa suresinin 136. ayetinde “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin.” diye buyrularak imanın altı esasından biri olan Peygamberlere iman edilmesi gerektiği, iman etmeyenin ise mümin olamayacağı gerçeği açıkça ifade edilmiştir. Son peygamberin, Hz. Muhammed Mustafa (sav) olduğu hususu ise Kur’an-ı Kerim’in Ahzab suresinin 40. ayetinde “Mu- hammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın elçisi ve peygam- berlerin sonuncusudur.” buyrularak bizlere bildirilmiştir.

Edep çerçevesinde anlatmaya çalıştığım konuyu şöyle tamamlayalım: Kur’an ahlakı kendi düşünce düzeylerine ulaşamadığından değil, düşünce olgusunu kavrayamadıklarından dolayı bazılarının zihinleri karışmıştır. Aklı, yani düşünceyi aradan çıkarttığınızda yüzeysel düşünürsünüz ve zihniniz karışır. Zihin karışması insanı günaha sürükler. Peygamber Efen- dimiz (sav), bir hadis-i şerifinde; “Hakk’ı tanıyanın dili tutulur.” diye buyurmuşlardır. Hadis-i şeriflere (sünnete) inanmayan bir kişinin edep ederek ve dilini tutarak susması en iyisidir.

Aksi tutumda bulunan insanlar için elimizden gelen tek şey, Allah’ın kalplerine şifa vermesi ve doğru yolu göstermesi için sabırla dua etmektir. Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi bitirelim: “Edep; Senden üstün olana hürmet etmek, senden aşağı olana şefkat etmek, dengin olanlar- la da güzel geçinmektir.”