Kendimizi dünyanın merkezinde görerek evrende yaratılan her şeyin, her insanın, sırf bize hizmet etmek için yaratıldığını düşündüğümüz; herhangi bir şeyin bize ait olup olmadığına bakmaksızın ele geçirmek için daima sızlandığımız; elde ettiklerimizi başkaları ile paylaşmak- tan çekindiğimiz her istek ve arzularımızın yerine getirilmesi adına olumsuz cevapları asla kabul etmediğimiz o okul öncesi çocukluk dönemini hepimiz yaşamışızdır. O günlere kısa bir yolculuk yapacak olursak; kendi senaryomuzu yazdığımız ve sadece kendimizin oynadığı, gerektiğinde replikleri spontane hale getirdiğimiz, kendi kendimize seslendirdiğimiz ve adeta hayali seyircilere izletebileceğimiz, kişisel bir gösteri, gözlerinizin önüne gelecektir! Hepimizin yaşadığı bu durumun nedeni, aslında belli bir düşünce yapısına sahip olmadığımızdan, hayatı ve insanları farklı bir pencereden görmemizdir. Fiziksel ve zihinsel gelişimlerimiz ile okul öncesi çocukluk döneminden çıkarken aslen ‘benlik’ olarak tarif edebileceğimiz (ego- santrik) davranışlardan uzaklaşırız.
Aslında ilk bakışta bencillik gibi görünse de ‘benlik’ kavramı; (egosantrik) davranış, bireyin kişilik gelişimi bakımından önemli bir unsurdur. Çocuk, bu önemli unsuru isimlendiremese de zamanla çevresindeki insanların kendisini koruyup gözettiğini, her türlü sızlanmaya rağmen önemsendiğini, karşılıksız olarak sevildiğini ve değer verildiğinin fakına varır. Bu farkındalık, dini inanç ile beslenmeye başladığında ise, öyle bir hal alır ki kendi farkındalığının farkına vararak derinleşir ve ilahi hükmün tek sahibi olan ‘Allah’ın varlığını fark etmeye’ başlar. Elde ettiği bu farkındalık sayesinde, Allah ile kurduğu güven bağı daha sağlam ve daha kuvvetli hale gelir. Zaten inancın temelini oluşturan farkındalık, bu sayede ortaya çıkıyor ve bu sayede insanların güzel yanları dışa yansıyor.
Konuya çocukluk döneminde yaşadığımız ‘ben’ merkezli (egosantrik) davranış şeklinin tarifiyle girmemin kendimce önemli gördüğüm bir tarafı var. Alfabeyi öğrenerek okuma ve yazma bilgisini kazanan, ama ömür boyu eğitimi devam eden bir insan gibi, zihinsel ve duygusal gelişimde belli bir yol almış, fiziksel olarak belli bir duruma gelmiş, aklını ve şuurunu nerede ve nasıl kullanması gerektiğini öğrenen günümüz insanlarının bazıları ‘benlik’ merkezli, (egosantrik) davranışlara ısrarla devam etmektedir. Bu gibileri, sahip olduğu akla, zekâya, sağlığa, mala, mülke, yeteneğe, makama vb. birçok şeyin, kendi yaratılışlarının bir bütünü olduğuna inanırlar. İnanmakla da kalmayıp, kendi gayretleri ile elde ettiklerine dair hiçbir şüpheye yer vermeksizin kendilerinden emin bir şekilde yaşarlar. Evrenin merkezinde kendilerini gördüklerinden, kimsenin hakkına saygı duymazlar. Kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak empati kurma yeteneğine sahip değildirler. Böyleleri, sınır tanımayan kişilikleri ile kurallara uymadan yaşamaya çalıştığından asla sosyalleşemez! Allah’ın âlemlere sığma- yan aşkı ve sevgisi gönüllerine tecelli etmediğinden, sahip oldukları maddiyatı da maneviyatı da paylaşmayı bilmezler. “Var olmak, şahit olmaktır.” dedik ya; işte insanları önemser gibi, umursar gibi, sever gibi görünen bu insanlar, ne hayatın gerçek manada içinde var olabilirler, ne de yaşadıkları hayatın güzelliklerine şahitlik edebilirler.
İslam’ın manevi boyutunu kısa ve veciz bir anlatım ile özetlemek isteyen mutasavvıflar “Ham adam kandile, olgun adam güneşe benzer.” demiştir. Sınırları belli olan insanoğlu olarak bu güzel deyimin, toplum olarak yeterince idrakine varamadığımızı düşünüyorum. Allah’ın insanoğluna görev olarak yüklemiş olduğu sorumluluk duygusunun, gereksinimlerini bilmeden yaşadığımızı düşünüyorum. Kavram karmaşası içinde kalarak bildiğimizi zannet- tiğimiz, ama aslında hiç bilmediğimiz anlam ve ifadelerle boyuna boğuşuyoruz! Kısaca Allah’ın en üst seviyede muhatap aldığı insanoğlu olarak farkındalığımızın farkında olmadan yaşadığımızı düşünüyorum.
İslam alimleri, ‘takva’ kelimesinin anlamını şu şekilde tarif eder: “Takva’nın hakikati Allah’a itaattir ve Allah’tan başka olan şeylerden sakınmaktır. İnsanın kendi nefsinde Allah’tan başka bir şey görmemesidir. Bir şeyi başka bir şeyle koruma altına almak, eziyetten ve tehlikeden korumak, himaye etmek, zarar verecek şeyden sakınmaktır.” Takva sahibi olan bir mümin, aynı zamanda muttakidir. İslam alimlerine göre ‘muttaki’ şu manaya gelir: “Dinin emir ve yasaklarına uyan, Allah’ın yasaklamış olduğu günahtan ve haramdan sakınan, Allah’tan korkan ve takva üzerinde yaşayan mümin kimse.”
Şimdi kavram ile kafalarımızı daha fazla karıştırmadan, ‘muttaki’ kelimesinin açılımı itibariyle iki ayrı yola ayrıldığını ve bu yollardan birinin ‘salihat’ diğerinin ise ‘hasenat’ olduğunu bilmemiz gerekir. Bu iki kelime arasında o kadar muazzam bir fark vardır ki işte tam burada hep beraber kavram karmaşasının içine düştüğümüzü zannediyorum. Bu noktada mutasav- vıfların dediği gibi ham adamın, güneşe ulaşamadan kandile takıldığını düşünüyorum. Şimdi, bu iki kelimenin anlamlarına bakacak olursak; ‘hasenat’ kelimesinin kısa ve öz anlamı: “İnsanın kendi içine dönük yaptığı davranış biçimidir. Allah’ın rızasını kazanmak ve kendisini geliştirmek için yaptığı davranış biçimidir.” ‘Salihat’ kelimesinin kısa ve öze anlamı ise; “İnsanın dışa dönük olarak yaptığı, toplum için yararlı ve faydalı iş ve davranış biçimidir.
Allah’ın rızasını kazanmak adına iyi niyetle yapılan söz ve davranış biçimidir. Kendin için değerli gördüğün bir şeyden başkasını tercih ederek fedakârlık yapabilme yeteneğidir. Allah’ın ikram ve ihsanını paylaşabilme becerisidir.” Bu noktada ‘salihat’ ile ‘hasenat’ arasındaki muazzam fark ortaya çıktığına göre artık ‘muttaki’ kelimesinin gerçek anlamını şu şekilde ortaya konulabilir: “Muttaki, inanan ve başkaları için faydalı şeyler yapan ve farkın- dalığının farkında olan mümin kişidir.”
‘Muttaki’ olan bir mümin, kendisi için yaptığı ‘salihat’ın, illa göç edeceği ahiret hayatında da onu takip edeceğini bilir. Keza Allah’ın sevgisini ve rızasını gözeterek, başkaları için yapmış olduğu ‘hasenat’ da onu takip edecektir ki; bunda bir sorun yok! Bu iki fiilin oluşturduğu bir bütünü yaşam şekli olarak hayatına almış bir ‘muttaki’nin miras olarak bırakacağı ‘salihat’ın, (eserleri ve güzel davranışları) onun için bu dünyada çalışmaya ve sevap kazandırmaya devam edecek olması, işin en güzel taraflarından biridir!
Allah yoluna girerek Allah’a ulaşmak isteyen insanın, farkındalığının farkında olması gerekir. Bu farkındalığın nasıl elde edileceğini konuşacak olursak; kişinin bu hale, kendi içine dönük olmaktan çıkarak, dışa dönük bir şekilde topluma nüfuz ederek ulaşması gerekir. İnsanoğlu yalnızca ‘hasenat’ işleyerek, yani yalnız namaz kılarak, oruç tutarak, hacca giderek, kendi iç dünyasında inzivaya çekilerek kurtuluşa eremez. Allah’ın aşk ve sevgisini, tek başına bu amellerle kazanamaz. Kulluğun manasını, Allah’a sığınmayı, kurtuluşa ermenin manasını maalesef yanlış anlıyoruz. Allah’a ulaşmak yalnız dil ile değil, yapılan hayırlı işlerle ve iyilikler- le, yani ‘salihat’ ile birlikte yapılırsa mümkün olur. Kulluğun mana ve anlamını idrak ederek ‘muttaki’ mümin olmamız gerekliliği, Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde ya doğrudan ya da dolaylı olarak bizlere emredilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in Araf suresinin 42. ayetinde “İman edip salih ameller işleyenlere gelince -ki biz kişiye ancak gücünün yettiğini yükleriz- işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.” buyrulmuştur. Salihatın önemine dikkat çeken Şûrâ suresinin 22. ayetinde ise “İnanıp yararlı işler yapanlar da cennet bahçelerindedirler.
Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu büyük lütuftur.” diye müjdelen- miştir. Âl-i İmrân suresinin 92. ayetinde ise “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcama- dıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” diye buyrulmuştur.
Hayatı boyunca davranışlarını, sözünü ve yaptığı amelleri Kur’an-ı Kerim’e göre ayarlamış, onu yaşayıp Allah’ın rızasını kazanarak bizlere güzel örnek teşkil eden Peygamber Efendimiz (sav) bir hadis-i şerifinde “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” diye buyur-muşlardır. Bu âlemde şeklen insan görünümünde olsak bile, beşeriyet âlemindeyiz. Ne zaman farkındalığımızın farkına varırsak, işte o zaman insanlık âlemine terfi ederiz.
“İnsan kendini sorgularsa, verimli bir toprak haline gelir.” diye güzel bir atasözü vardır. Bilincimizi geliştirmek adına, birçok kez kendime sorduğum bazı sorularıma sizleri de ortak ederek paylaşmak istiyorum; “Neden dünya bu kadar kötü?” ya da “Neden dünyada bu kadar aç insan var?” veya “Dünyanın her yerinde neden insanlar, insanlıklarını unutmuş vaziyette?” Bazı soruları ‘akıl’ cevheri ile değil de azalarımızın en üstünü olan ‘kalp’ ile cevap vermeye çalıştığımız zaman verimli bir toprak halini alıyoruz.
Allah’ın yaratmış olduğu bu dünya hayatının, insanoğlu için bir imtihan ve sınav sahası olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir düşünün, Allah kötülüklere direkt engel olsaydı şayet, o zaman imtihanın veya sınavın bir anlamı olur muydu? Tabi ki olmazdı. Zamanı kısıtlı olan insanoğlunun, bu sahada yapacağı her yanlışa da her doğruya da direkt müdahale edil- memektedir. Yaratılmışın en kıymetlisi ve değerlisi olan insanoğlunu Allah; ‘akıl’, ‘nefs’, ‘irade’, ‘duygu’, ‘ruh’ ve ‘yetenek” gibi üstün faziletlerle donatarak, yerde ve gökte bulunan her şeyi onun için yaratmış ve onun emrine vermiştir.
Allah, doymak bilmeyen nefsin ‘kötülük’ halini, gönlün güzelliği olan ‘iyilik’ halini, İnsa- noğlunu sararak kuşatan Allah’ın ‘Cemal’ (rahmet ve güzellik) ve ‘Celal’ (öfke ve gazap) isimlerini, cennetinin ümidini, cehennemin korkusunu anlamamız ve idrak edebilmemiz için bizlere tebliğciler ve elçiler göndermiştir. Günahın içine gizlemiş olan öfke ve gazaptan sakınarak, O’nun rahmetinden fayda sağlayarak takva seviyemizi yükseltebilmemiz için kitaplar göndermiş ve Peygamber Efendimize (sav) insanları zorlamadan sadece onlara gerçekleri hatırlatması için Gâşiye suresinin 21. ve 22. ayetinde şöyle buyurmuştur: “Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onlar üzerinde bir zorba değilsin.” Ayrıca Mâide suresinin 99. ayetinde ise “Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğdir. Allah, sizin açıkladığınızı da, gizlediğinizi de bilir.” diye buyrulmuştur.
Üstün faziletle donatılan insanoğlu olarak ‘imtihan’ kavramının zihinlerde oluşturduğu yeri ve olgusunu doğru tanımlayarak idrak edecek olursak ancak ‘takva’ sahibi olabileceğimize inanıyorum. Buna o denli inanıyorum ki bu satırları, kendimden emin bir şekilde yazıyorum. Zihnimizde inanmakla, bilmek arasında sıkı bir ilişki vardır fakat hayatımıza yön veren bildiklerimizden çok inandıklarımızdır. Onun için inanmak her şeyden üstündür.
Allah, dünya hayatında bizleri imtihan ediyor etmesine de, imtihan hayatından galip ayrılabil- memiz için bizlere ne bahşediyor? Allah öğretmediği bir şeyi sorarak kullarına imtihan ile zulüm mü ediyor? Hâşâ! Asla! Bu soruların cevabı o kadar açık ve güzel ki inanın birbirleri ile iç içe geçen halkaların birbirlerini nasıl takip ettiğini görünce şaşırıp kalacaksınız! Allah, Kur’an-ı Kerim’de de belirtildiği üzere, insanoğluna, yaşamı boyunca ‘özgür’ iradesi ile yaptığı her davranışı için sorumluluk yüklemiştir. Kur’an-ı Kerim’in Kehf suresinin 29. ayetin- de “De ki: Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” Bakara suresinin 256. ayetinde ise “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tağutu (saptırıcıları) tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” buyrulmuştur.
Bu iki ayet, insanoğlunun ‘özgür’ irade sahibi olduğunun bir ispatı niteliğindedir. Şimdi ‘özgür’ kelimesinin kısa ve öz anlamına bakalım; “Herhangi bir koşulla sınırlama, kısıtlama ve zorlama olmaksızın dış etkenlerden bağımsız, kendi düşünce ve davranışına göre karar verilebilme ve kendi hareketlerini kendi iradesiyle kontrol edebilme durumudur.” (Peki, ‘özgür’ irade sahibi insanı diğer varlıklardan ayıran şey ne?) Onu tüm diğer mahlukattan ayıran şey, ilahi sırların kaynağı olan ‘gönül’dür. Özgürlük, gönüldeki yoklukla ve hiçlikle başladığı ve o nurla canlandığı için ‘sorumluluk’ yükler. ‘Sorumluluk’ kelimesinin kısa ve öz anlamı ise; “Üstüne alarak yapmak zorunda olduğun ve yaptığın her işten dolayı hesap verme durumudur.” Hayatının sorumluluğunu bilmeyenler ve üzerlerine alamayanlar, onun için hep bu yol ayrımında şikâyet ederler ve sızlanırlar. İnsanoğlunun önüne serilmiş olan bu gerçeklerin farkındalığını anlatmak isteyen Allah dostu veliler, “Kişinin manevi kurtuluşu veya kaybı kendisine bağlıdır.” diyerek yaşamın ne kadar önemli bir sınav ve imtihan sahası olduğunu vurgulamışlardır.
Faziletlerin getirdiği üstünlüğün farkında olanlar, hazine ve cevherin kendi içlerinde olduğunu keşfederler. Sınav hayatının ne kadar makul ve akla yatkın olduğunun farkına varırlar. Şefkat ve merhametin üstünlüğünü barındırdıkları gönüllerini, güzel ‘niyet’lerine memur ederler.
Böylesi güzel ‘niyet’lere sahip olan bir mümini Allah, asla mahcup etmez. Zorluk, sıkıntı ve çaresizlik içinde bırakmaz. Yolda bulunan taşları kaldırarak, gönülleri birbirlerine bağlayan- ların kazanacakları mükâfatı, Peygamber Efendimiz (sav) şu hadis-i şerifi ile müjdelemiştir: “Kim ki bir kişinin ihtiyacının giderilmesinde yardımcı olursa ayakların kaydığı günde Allah onu sabit kılar, ayağını kaydırmaz.”
Bu pencereden baktığımızda, insanın asli değerinin adeta mihenk taşı olan ‘niyet” ne kadar önemli değil mi? Azaların en üstünü olan kalbin ‘niyet’ dairesini belirleyen kısımların dengesi ne kadar da hassas değil mi? Mutasavvıflar, herhangi bir ‘niyet’in, Allah’ın rızasını barındır- ması halinde tamamlayıcı ve neticelendirici olabileceğini kabul ederler. Gönülleri birbirlerine böylesine bağlayan ‘niyet’in üstün faziletini, “Allah’ın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır.” diyerek vurgularlar ve ‘niyet’i marifet ve üstünlüğün kaynağı olarak görürler.
Çalıştığımız işyerindeki arkadaşlarımızdan, oturduğunuz semtteki dostumuzdan veya komşumuzdan, hatta aile bireylerimizden bile hayatın zor yanlarından şikâyetçi olduklarına dair birçok konuşmaya şahit olmuşuzdur. Peki, herkesin şikâyetçi olduğu yaşamın zor yan- larını şöyle bir düşünecek olursak şayet; ‘maddi’ tarafında, mevcut olan hayat standart- larımızı bulunduğumuz noktanın bir üstüne taşıyarak ailemizle daha rahat bir yaşam sürmek ve bu yaşamda ailemize daha fazla zaman ayırmak için çalışıyoruz, ‘manevi’ tarafında ise, ibadetlerimize yetişmeye ve eksik kaldığımız noktalarımızı güçlendirmek için çaba sarf ediyoruz. Var olduğumuz hayatın içinde şahit olduğumuz kötü davranış ve sözlerle, elim- izden geldiği kadarıyla mücadele etmeye çalışıyoruz. Bazen dört elle hayata sarılıyoruz, bazen de pamuk ipliğine bağlı yaşıyoruz. Çoğu zaman ise, yaşamımızın hiç de kolay olmadığı konusunda fikir birliğine varıyoruz.
Tam bu noktada, cevabından emin olduğumuz şöyle bir soru soralım kendimize: Herkesin yaşamı kendisine göre farklılık gösterdiği bir hayatta, dinin gerekliliği olan ‘Allah’ın emir ve yasaklarını’ aynı boyutta ve aynı şekilde anlayabilir miyiz? Tabi ki hayır! Burada bana göre en önemli faktör, farkındalıklarımızın farkında olmamızdır.
Zor durumda kalmamak ve avuç açmamak adına, bedeninin gücü ve kuvveti ile geçimini sağlamaya çalışan fakir birini düşünün! Öte yandan, dinin gerekliliğini ve vecibelerini kendi içinde yaşayan ve fakat cemaatle yeterince bütünleşememiş, hali ve vakti yerinde birini düşünün! İşinin bir gerekliliği olarak çok seyahat eden, evinden ve sevdiklerinden sürekli uzaklaşmak zorunda olan yorgun ve bıkkın biri… Sırtında sorumlulukları olan, yoğun iş tem- posunun içinde çalıştırdığı işçilerinden ve hizmet verdiği müşterilerinden sorumlu olan, işinin gerektirdiği kararları alırken bile, en ufak bir hatada dahi geçimini bu müesseseden sağlayan insanların sorumluluğunu sırtında hissederek yaşayan bir yöneticiyi düşünün!
Ayrıca, kendi halinde veya aile fertleriyle beraber çalışarak yaşamını sürdüren bir esnaf düşünün! Bunun gibi daha nice üretebileceğimiz bu örneklerin mevki ve makamları ne olursa
olsun, hayatın yükünü omuzlarında taşıyarak İslam’ın özünü tam idrak etmeye zaman bula- mayan ve maneviyat bağını tam kuramayan bir kişiye ‘salihat’ın ve ‘hasenat’ın birleşimi olan ‘muttaki’liğin geniş çerçevesini anlatmaksızın onun manasının sırrını vermeden amel etme- sini beklersek bu, hiç adil bir davranış olmaz.
İslam öğretisinde insanlar, birbirlerine Allah’ın bir emanetidir. Emanetin farkında olan insan ise gerçek anlamda mana sahibidir. Zaten insanlar arasındaki fark da, bu manada sırlanmış ve gizlenmiştir. Allah dostu Mevlânâ Hazretleri, mananın bu sırrını, Musa (as) ve Firavun üzerinden şu beyitle anlatır; “Kanat, baş ve beden aynı ama Musa arşta, Firavun ise hor ve hakir. Musa gibi mana erleri damla görünür ama gerçekte denizdir. Böylesi damlada gizlen- miş deniz, zerreye sığmış güneştir.” diye buyurmuştur.
Ey yolcu; şu fani dünyada ‘muttaki’ olmanın sırrına kavuşabildiysen, bu bile Allah’a şükür sebebidir. Bundan gayrisinde sana kimin ‘muttaki’ dediğine veya kimin seni ‘muttaki’ olarak bildiğinin pek önemi yoktur. Önemli olan, Allah’ın iyilik ve cömertliğinin tecellisine aracılık eden kulunu ‘muttaki’ olarak yanına çağırmasıdır.