İnsanoğlunu muasır (çağdaş) medeniyet seviyesinin üstüne çıkartan İslam, “Yaratılanı, Yaratan’dan ötürü sev!” ilkesi ile insanoğlunu merkezinde barındıran bir dindir. Kadın ve erkeği, bir bütünün eşit parçası olarak gören İslam, yaratılış itibariyle erkeğe nazaran daha nahif ve daha duygusal olan kadına hassasiyetle yaklaşır. Gelecek nesillere temel eğitimi veren ilk etkin kişi olan kadın, bozulduğunda toplumun tamamı bozulur. Bu yönüyle bak- tığımızda İslam’ın kadına verdiği önemin ne denli hassasiyet gerektirdiğini anlayabiliriz.
Kadınları, Hakk’ın nuru ve Hakk’ın güzellik tecellisi olarak gören Mevlânâ Hazretleri, bir beytinde; “Kadın Tanrı ışığıdır, sevgili değil, kadın sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil.” diye buyurmuşlardır.
Mutasavvıfların; “Kadın ruhen yumuşak ve hassas yaratıldığından ötürü kalpleri incedir.” diyerek tarif ettikleri kadınlar, ruhen yumuşak yaratıldıkları gibi, bedenen de yumuşak yaratılmışlardır. Ruh ve beden birleşmesinin en güzel hali olan kadın, bir çiçeğin zarafetini taşıdığından, incelik ve nezaket ister. ‘Her Şey Zıddıyla Bilinir’ yazımda bahsettiğim üzere, kadın evrenin kendi içinde barındırdığı zıtlık hali gibidir. Çiçeğin kokusu güçlüdür ama ken- disi nazlıdır. Küçüktür ama güzellikleri dillere destandır. Ömrü kısadır ama etkisi uzundur.
Sevginin özüdür ama en ufak bir rüzgârda kırılacak kadar hassastır.
Allah, kadını bu kadar duygusal ve zayıf yarattığı gibi erkeği tam aksine merhametsiz ve zalim yaratmamıştır. Bedenen daha güçlü ve sert olarak yaratmıştır. İşin içine duygularını daha az karıştıran, olaylara daha mantıksal çerçeveden bakan, koruma içgüdüsünün sertliği ile yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’in Nisa suresinin 34. ayetinde “Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır.” diye buyrulmuştur. Bu ayetten anlaşılacağı üzere Allah, erkeği kadına karşı daha sorumlu bir hale getirerek adeta onu görevlendirmiştir.
Hakikatte ete ve kemiğe bürünmüş olan ‘kadın’ ve ‘erkek’ her ne kadar eşit gibi görünse de, kadın ve erkek eşit olarak yaratılmamıştır. Nasıl elma ile armudu birbirleri ile mukayese edemiyorsak, bunları da birbirleri ile mukayese edemeyiz. Fiziksel yapıları bile birbirlerine benzemeyen kadın ve erkek ayrı işler için yaratılmıştır. Gönülleri muhabbet ve şefkat ile dolu olan kadınlar, erkeklerden bir nebze daha üstünlerdir. Çünkü kadınlar, doğumdaki ‘anne’ olmanın zorluğuna göğüs gerebilmeleri için acıya daha dayanıklı şekilde yaratılmışlardır.
Kendinize şöyle bir sor sorun; kadın, erkekten daha nahif ve duygusal yaratılmasaydı, gönülleri sevgi ve şefkatle dolu olmasaydı, dünyadaki insanlar çoğalır mıydı? Kadınlar, en ufak bir durumda bile sabırsızlık gösteren erkeğe nazaran daha sabırlıdır. Kadın, Allah’ın yeryüzüne indirdiği şefkat ve merhametin en güzel yansıma halidir. Bu yansıma öyle bir sevgidir ki yalnızca çocuklar değil, diğer insanlar için de adeta bir lütuftur. Bu çerçeveden bakarak çevrenizdeki kişileri bir düşünün! Başarıya ulaşmış birçok kişinin arkasında muhab- bet ve şefkat dolu muhakkak bir kadın göreceksiniz.
Evlilik dediğimiz müessesenin temeli, kadın ve erkeğin birbirlerinin emaneti olduğu esasına dayanır. Ama özünde kadın, daha anaç bir kimliği olduğundan, erkek için canandan önce gelen ‘can’dır. ‘Can’ kelimesine yüklediğimiz manayı birazcık aralayacak olursak; vatan, inançlı bir kişi için her şeydir. Din, namus, şeref ve özgürlük, ancak ve ancak vatan sayesinde kazanılabilir. İşte tam bu noktada kadının rolü, vatana yararlı ve hayırlı evlatlar yetiştirdiği için ‘vatan’ ile ‘ana’ aynı çağrışıma sahiptir. ‘Ana’ kimliği ile toplumun çekirdeğini oluşturan aile müessesinin temeli olan ‘can’ı koruyamaz iseniz vatan inşa edemezsiniz.
Allah’a adanmış en güzel gönül Peygamber Efendimiz (sav), bir hadis-i şerifinde “Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.” diyerek, bizlere nasihatte bulunmuşlardır. Bu hadis-i şerifin hakikati gibi, ‘aşk’ ile ‘ruh’un incelik sıfatı insanlara mahsus değil mi? Akıl ve gönül sahibi, ince ruhlu ve nahif olan gönül, kimlere sultan olmaz ki? Erkek, gözetimi ve koruması altında olan kadına, gerekli değeri göstererek şefkat ve muhabbetinin huzurunu yaşarken, saygı ve sevginin iç içe olduğu böylesine güzel bir müessesenin ortağı olan kadın da erkeğin gücüne ve cesaretine teslimiyet göstererek kanatları altına girer. Burada ortalama aklın üstünde bir zekâya, matematiksel bir formüle ihtiyaç yok. Muhabbetle kurulan bu müessesenin üstünde sadece ‘aşk’ köprüsü olsun yeter, köprünün altından ‘saygı’ da akar, ‘Sevgi’ de…
Gönül ehli Mevlânâ Hazretleri bir beytinde, kadın ile erkek arasındaki bağın gücünü, yaratılış cazibesinin varlığını şu şekilde anlatmaktadır: “Heybet bakımından su, ateşten üstündür ama su bir kaba kondu mu ateş, onu fokur fokur kaynatır. İkisinin arasına, engel olarak bir tencere girdi mi ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir gider. Görünüşte kadına su gibi üstünsün ama iç yüzden ona, mağlupsun isteklisin.” Su ile ateşin hallerini bilirsiniz! Varlığınızdaki ruh, su gibi saf ve şeffaftır. Sahip olduğunuz nefs ise, ateş gibi yakıcı ve kaynatıcıdır. Gerçi su, ateş gibi heybetli bir varlığı söndürebilme kudretinde olsa da suyu bir kap içinde yakalayan ateş, onu buhar edip havaya karışana kadar kaynatır durur. Görünüşte kadını arzulayan ve su gibi görünen erkek, görünüşte ona hâkimdir. Fakat işin hakikati hiç de öyle değildir.
Kadının dişilik tabiatı, erkeği nefsine mahkûm bir vaziyete getirir. Her seferinde mağlup ederek onu coşturarak kaynatır ve buhar eder. Gönül ehli Şems-i Tebrizi, erkeğin coşarak kaynamasına; “Kadın, bilmeyene nefs, bilene ‘nefes’tir.” der. Birbirlerini bu kadar çeken, su ve ateşe benzeyen Âdem ile Havva nasıl olur da birbirlerinden ayrı kalabilir?
Ruhunuza güzel geleceğini umduğum küçük bir hikâyeyle satırlarımızı sonlandıralım; vaktin bir zamanında bilge bir hoca, yanında yetiştirdiği öğrencilerine; “Mert olun!” diye buyurur. Hocalarının ne demek istediğini anlayamayan öğrenciler, hocalarının bu sualine; “Mertlik nedir?” diyerek soruyla cevap verirler. Bilge hoca, öğrencilerin bu sorusuna; “Suçu kendinde bilmektir” diye cevap verir. Aklı karışan öğrencilerden biri, “Haklı olsak da mı efendim?” diye tekrar bir soru sorar. Bilge hoca, “Evet” der ve devam eder; “Peygamber Efendimizin (sav) bir hadis-i şerifinde; ‘Haklı olduğun halde ben haksızım diyene, Cennette köşk verilecektir.
Kefili de benim’ diye buyurmuştur” der ve “Şunu da asla unutmayın ki kavga, ancak iki diri arasında olur.” diyerek ekler. Bilge hoca, kafası karışan öğrencilere şöyle bir göz gezdirdikten sonra sözlerinin anlamlarını biraz daha açmak adına, öğrencilerine: “Siz hiç, ölü ile dirinin kavga ettiğini gördünüz mü?” diye yeniden bir soru sorar. Öğrenciler bilge hocanın sorusu- na, “Hayır, görmedik.” diyerek cevap verirler. Öğrencilerin bu cevabına karşılık bilge hoca, “Demek ki, bir tarafın ölü olması lazım.” der ve devam eder: “Ölü olmak için kabahat bende diyeceksiniz. O zaman hiç kavga olmaz.”
Hikâye bu ya; yaşamın içinde, gündelik hayatın telâşında oluşan sorunlarda, insanlar sus- mayı tercih etmiyor. Sustukları zaman haksız oldukları kanısının hâkim olacağını, ya da ezileceklerini zannederek, olan gayretleri ile tartışmanın içine giriyorlar. Bu tartışma zaman içinde kızgınlaşarak öyle bir hal alıyor ki kişiler, birbirlerine haddi bildirme yarışına girerek geri dönülmesi zor yollara giriyorlar. Böylesi bir durum için Peygamber Efendimiz (sav), bir had- is-i şerifinde bakın ne diyor: “Asıl güçlü, güreşte kimsenin kendisini yenemediği kimse değildir. Asıl güçlü, öfkelendiğinde kendine hâkim olan kimsedir.”
Hikâyede; hoca öğrencilerine kavga iki diri arasında olur, bir taraf ölürse kavga biter, dedi ya, tam bu noktada iki taraf da birden susarak tevazu gösterirse ne olur?
‘AŞK’ olur!…